Aylık arşivler: Nisan 2016
Tarikat tasavvuf ehlinin din anlayışı;
İbadetleri, toplumsal yaşamın gerçeklerinden el etek çekmek suretiyle inzivaya çekilip yaratıcıyla birlikte olma şeklinde tanımlamaktadır. Bu anlayışa göre insanların toplumsal sorumlulukları ihmal edip, hatta inkâr ederek nefis terbiyesi yapıyoruz mantığıyla kendilerini dergahlara kapatıp dünyayla ilgisini kesme olarak da anlayabiliriz. Tarikat ve tasavvuf farzları ciddiye almayıp, nâfile, hatta uydurma bidat hurafe ibâdetleri ön plana çıkarmaktadır. Mesela rabıta, hatme-i hacegan, letaif virdi gibi
Rabıta; Sık sık şeyhin yüz şeklini düşünüp bilinç altına şeyhin resimlerini göndermek suretiyle yapılan mürşit rabıtasının, Allah’a yaklaşmak için temel kuralların başında olduğu tarikat ehli, şeyhine o kadar çok bağlanır ki onun ismi anıldığında ya da, onun ziyaretine gidip gördüğünde kendinden geçip cezbeye tutulur. Bu durum Allah’a yaklaşmak bir yana, bilakis yaratıcıdan uzaklaşıp, Allah’tan başkasına tarifi olmayan platonik bir aşka yakalanmanın delilidir.Şeyhe duyulan aşkı ifade eden şiir ya da ezgi sözlerinden bir kaç örnek;
“Ben seydamı göremedim yaralıyım”
”Menzilin gülü, aşkın sembolü seyda sultanım”
”Gözyaşlarım sıra sıra dizilir, İsmini ağzıma aldığım zaman
Ezilir bedenim, ruhum ezilir, Sultanım ismini duyduğum zaman”
”Sultanım kapında bana da yer ver, Sancağın altına girdiğim zaman
Ne olur boynumu bükük bırakma, Mahşer günü sana geldiğim zaman”
Vahdet-i vücud nazariyesine inananlar daha da ileri gidip, fenâ fişşeyh, fenâ firrasûl mertebesini aşıp fenâ fillâh derecesine yükselenler için ibâdetin gereksiz olduğunu ön görürler. Çünkü artık bu makam son mertebe olup Allah’la birleşme aşamasıdır. Bu mistik anlayış, kulluğu sadece şeklî bazı ibâdetlerden ibâret gördüğü için dünya hayatına ilişkin sahada yapılması gereken reel toplumsal ibadetleri önemsemeyip kulak ardı eder. Yani kısaca yan gelip yatmaktadırlar.
Kur’an-ı Kerim sadece orjinal metninden mi okunmalıdır? Yoksa insanlar Kur’an-ı Kerim’i sadece kendi dilinde mi okumalıdır?
Kur’an meallerini yüzeysel okuyup anlamaya çalışmak yeterli olmayabilir. En azından Kur’an-ı Kerim’in arapça okunuşu da öğrenilmelidir. Daha iyi anlayabilmek adına farklı farklı mealleri kıyaslama yaparken bazen orjinal metinlere de bakılmalıdır.
Eğer biz bu Kur’ân’ı yabancı bir dilde indirseydik, onlar kesinlikle, “Âyetlerinin açıklanması gerekmez miydi? Bir Arap’a yabancı bir dille söylenir mi?”diyeceklerdi. De ki: “O, inananlar için bir yol gösterici ve gönüllerine şifadır. Kâfirlerin kulaklarında ağırlık vardır ve Kur’ân onlara kapalıdır; sanki onlara uzak bir yerden sesleniliyor.” (41.Sure/Fussilet/44)
Kur’an-ı Kerim, tüm insanlığa gönderilen bir ilahi mesaj olmasına istinaden, arap olmayan diğer kavimler de Kur’an-ı Kerim’in genel mesajını Allah ne dedi değil de Allah ne demek istedi olarak anlamalıdır. Birkaç örnekle;
”Âyetlerinin açıklanması gerekmez miydi? Bir Arap’a yabancı bir dille söylenir mi?” diyeceklerdi.
”Âyetlerinin açıklanması gerekmez miydi? Bir Türk’e yabancı bir dille söylenir mi?” diyeceklerdi.
”Âyetlerinin açıklanması gerekmez miydi? Bir Alman’a yabancı bir dille söylenir mi?” diyeceklerdi.
”Âyetlerinin açıklanması gerekmez miydi? Bir İtalyan’a yabancı bir dille söylenir mi?” diyeceklerdi.
”Âyetlerinin açıklanması gerekmez miydi? Bir vs.vs yabancı bir dille söylenir mi?” diyeceklerdi.
”Aç tavuk kendini buğday ambarında görürmüş” misali, ”Allah Resulü’nün sahada yaptığını kopyalayamayan, O’nun evde yaptıklarını taklit ederek sünnete uydum zannedermiş.”
“Ben sadece bana vahyedilene uyarım” diyen Allah Resulü’nü örnek almak; Dini yalnızca Yüce Allah’a has kılıp hakikat yolunda, ”tetkik ve tahkik” yörüngesinde analitik düşünce eksenli sorgulayıp araştırmak, Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak suretiyle Kur’an-ı Kerim’i kendisine rehber edinip başka dostların peşinden gitmemektir.
”Müslümanım elhamdülillah” demek suretiyle Kur’an’a gönülden inandığını söylemek, ancak bir ömür boyu Kur’anı bilmeden yaşamak, pratikte karşılığı olmayan “bitkisel” bir hayattır!
Zamanın çok hızlı aktığı adına dünya denilen imtihan aleminden, hakikatte ahiret için yaratılan insan için, her duyduğuna inanan, her seslenene kulak verip araştırmadan her bildiğini doğru kabul edip kesin olarak inanmak suretiyle, yeryüzü ve uzayın mucizelerini idrak edemeden yaşayıp ölmek yazık edilmiş koca bir ömürdür.
Başta Kur’an olmak üzere, kainat ayetlerini, organizmadaki mucizelerden yola çıkmak suretiyle insanın bizzat kendisinin de bir ayetler topluluğu olduğunu, yüz trilyon galaksiye sahip minik bir evren olduğunu kavrayamadan, düşünüp kafa yorup emek vermeden, sonradan uydurma hurafe/bidat din anlayaşına göre yaşayıp, Kainatın Tek Efendisi Yüce Yaratıcının mesajlarına muhatap olamadan, O’nu layıkıyla tanıyıp, O’na olan hayranlığı, sevgiyi, korkuyu var olma şükrünü hakkıyla ifade edemeden, adeta bir bitki gibi yaşayıp ölüp gitmek ne kadar ucuz, ne kadar basit ve kalitesiz bir ölümdür.
Beyinsiz kalp hurafe bataklığına, kalpsiz beyin ateizm çukuruna düşürür !!!