Aylık arşivler: Kasım 2016
O’NU TANIMAK
İnsan, Alemlerin Rabbi Yüce Allah’ı Kur’an’ın tanımladığı kadar öğrenip, aklının sınırları kadar kavrayıp kalbinin berraklığı kadar tanıyabilir. O’nu hakkıyla anmak, O’na hakkıyla hamd edip O’nu hakkıyla övüp yüceltmek, O’nun karşısındaki acziyeti hakkıyla idrak edip ifade etmek, O’ndan gelen sıkıntılara hakkıyla sabredip şükretmek , O’nu tüm noksan sıfatlardan tenzih edip O’na olması gereken korku ve sevgiyi, aşkı ve muhabbeti hakkıyla idrak ve icraa etmek mümkün değildir.
Allah’ın bilinen en büyük tasarımı olan ve yeryüzüne halife olarak yaratılan insanoğlu, ve diğer yaratılmışların tümü O’nun sonsuz şefkat ve merhametine, sonsuz kudret ve koruma tasarrufuna muhtaçtır. O’nun nimetleri saymakla bitirilemeyeceği gibi, O’nun sonsuz ilmine duyulan hayranlık ve acziyeti hakkı olan seviyeye çıkarmanın mümkünatı da olmayıp hiçbir şekilde de tasavvur edilemez.
O’nun sonsuz ilmine olan mesafe; “Dünyanın tüm kitaplarının içine doldurulduğu devasa bir kütüphaneye bırakılan yeni emeklemeye başlamış küçük bir bebeğin etrafındaki devasa kitap dağlarına şaşkın şaşkın bakması gibidir”. Bu kıyaslama bile acziyet üzerine kurulu sembolik bir tanımlama olup son derece yetersiz ve ucuz bir benzetmedir. İnsanın Allah’ı tanıması; insanın en derin tefekkürle kendi özbenliğini tanıması kadardır…!
“Onlar, Allah’ı gereği gibi tanıyamadılar. Allah güçlüdür, Aziz’dir (kimse, hükmüne karşı koyamaz).” (Hacc: 74)
Ne garip değil mi?
20. yüzyılın dünya çapında yapılan savaşlarından ikincisi ve sonuncusu olan ikinci dünya savaşı sonrası Almanya’sında taş taş üstünde kalmamış adeta Konya ovası gibi dümdüz olmuştu. O tarihlerde Osmanlı devletinin mirasçısı Türkiye Cumhuriyeti devleti kendini yeni yeni toparlarken yavaş yavaş da kalkınmaya başlamıştı. 1945 den 1970 lere kadar bir anda sanki Osmanlı devletinin hızlandırılmış gerileme dönemine benzer bir şeyler olmuştu. Çok basit bir ekonomik kalkınma örneği olarak; 1970 lerde ülkemizin ilk defa televizyonla tanışması, 1945 li yıllarda bizden çok geride olan Almanya’nın 1970 lerde renkli televizyona geçiş yaptığı sırada Almanya’nın artık kullanmadığı siyah beyaz televizyonlarını ihraç etmemizle gerçekleşmişti.
Kısa ve özet olarak 2000’li yıllara gelinceye kadar emperyal güçlerin direktifleriyle gerçekleşen cunta darbeleri, derin devlet yapılanmaları ve ulusalcı kemalist akımının doğurduğu yoğun terör dalgaları eşliğinde dünyadan kopuk, güçlü bilim ve teknoloji üretemeyen, güçlü siyaset üretemeyen ve emperyal bir güç olma iddası olmayan, içine kapanık genel konjonktürüyle küçük bir devlet gibi, daha da önemlisi %99 müslüman olan halkının diniyle barışık olmayan siyasetinden asla taviz vermeyen katı ve yerleşik rejimiyle beraber gerileye gerileye 2000 li yıllara kadar gelmiştik.
100 yıl önce batının ”hasta adam” dediği Osmanlı’nın mirasçısı Türkiye Cumhuriyeti devleti, son 15 yılda huzur, barış, medeniyet açımlamalarıyla dünyaya hükmeden küresel geçmişini hatırlayıp eski tarihindeki gibi emperyal bir aktör olma kararlılığını belli edince, küresel oligarşinin topyekün saldırısıyla karşı karşıya kalmıştır.
Siyasi gruplaşma sapkınlıkları, takım particiliği holiganizmi ve fanatik saplantılardan oluşan ayrıştırıcı toplumsal nefret söylemlerine bir son verilip tek vücutta birleşme sinerjisiyle uyanmak gerekmiyor mu artık? Ülkenin her bireyi milli düşünüp kafasının etrafına örülen birbirinden farklı ”demir ağları” söküp atmak suretiyle bu sefer gerçek olarak topyekün, ” Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan” sloganını real harekete dünüştürüp icraat olarak ta eyleme geçirilmesi gerekmektedir.
Kıyamete kadar uyumanın da bir alemi yok artık..!